Bu hafta Çin GP’si ile 1000. Yarışı geride bırakacağız. İnsan söylerken bile tüyleri diken diken oluyor… Modanın kentinde başlayan bir eğlence, kanlı savaşların etkisiyle ciddileşmiş ve endüstrinin yakınsanmasıyla da büyük bir pazar haline dönüşmüştü.
Skolastik düşünce ve kitle baskısıyla geçen Orta Çağ’ın ardından 18. yüzyılda Dünya’nın önemli yapıtaşlarından birisi oluştu; Sanayi Devrimi. İngilizlerin makineye dayalı başlayan seri üretimi ilk olarak dokuma ve demir yollarında; ardından da kara araçlarında etkisini göstermeye başladı. Gelişen motorlar, ilginç aksesuar tasarımları ve gitgide artan bilgi birikimiyle otomotiv endüstrisi ana hatlarıyla belirlenmişti. Tabii her şeyde olduğu gibi insanoğlu, bunu da bir eğlenceli rekabet aktivitesine dönüştürmeliydi. Otomobil yarışları işte böyle doğdu…
1887’de Paris’teki Le Velocipede gazetesi tarafından organize edilmeye çalışılan ancak 1 katılımcı olması nedeniyle düzenlemeyen yarış, 1894’te yapılmıştı. Paris ile Rouen arasında düzenlenen yarışta ilk heyecan yaşanmış ve galibiyet Peugeot ile Panhard-Levassor pilotları arasında paylaşılmıştı. İşte spor tanımına yeni bir boyut getiren organizasyon ilk kıvılcımlarını –tam da savaş arifesinde- vermişti.
İlk yıldızları Gordon Bennett, Felice Nazzarro gibi isimler olan otomobil yarışları için tehlike çanları çalmaya başlamıştı. Hepimizin bildiği gibi; 1904’lerde geleceği belli olan ve 1914’te başlayan I. Dünya Savaşı, her alanda olduğu gibi otomobil yarışlarının da duraksamasına neden oldu. Her milletten yaşanan can kayıpları, ağır maddi hasarlar ve diplomatik krizler… 1920’li yıllar ilerledikçe savaş yaralarını sarmaya çalışan insanoğlu, kendini yeniden pistlere vermişti. Monza, Spa, Miramus gibi efsanevi pistlerin yapımıyla birlikte devrimin yapısı yavaş yavaş kurulmaya başlanmıştı. Alfa-Romeo, Bugatti ve Maserati takım olarak öne çıkarken; William Grover Williams, Louis Chiron gibi isimler de sürücü bazında ön plana çıkmaya başlamıştı.
1940’lar yaklaşırken Hitler yönetiminde savaşa dalan Almanya, otomobil yarışlarına da büyük destek veriyordu; bu doğrultuda Mercedes ve Albert Union takımlarına büyük destekler verdi. İtalyan ve Fransız dizaynerler kendi otomobillerinin eski kafalılığını kabul etmeye başlamış ve Almanların üstünlüğünü da kabul etmişlerdi. 1935’te başlayan sürücüler şampiyonası Rudolf Caracciola zaferiyle sona ermiş ve tüm dünyada otomobil yarışlarının heyecanı hissedilmeye başlanmıştı ama ne oldu? Dünyayı kan havuzuna döndüren II. Dünya Savaşı.
Yine bir savaş sonrası ve yine bir toparlanma süreci. Otomobil sektörü için bu toparlanma kolay olmayacaktı; çünkü çoğu fabrika büyük hasarlar almıştı. Ancak hasarlar yavaş yavaş düzeltiliyordu çünkü insanlar, kendilerine bu sporu sevdirmişti bir kere. Mayıs 1945’te sona eren savaşın ardından –en azından tarih kitaplarına göre- Eylül’de ilk yarış düzenlenmişti. Ardından da sporun büyükleri tarih kitaplarının ilk sayfalarını doldurmak için teker teker sahneye çıkmaya başladı; Enzo Ferrari, Nino Farina, Fagioli, Tazio Nuvolari… Pazar endüstrisinin –McLuhan’ın da dediği gibi- televizyon ve radyo üzerinden yayılacağını anlayan FIA, 1950 yılında Dünya Şampiyonası için yeni bir seri düzenleneceğini açıklamıştı. Bu serinin adı da Formula 1 olacaktı. Evet, bizim bu Pazar günü Çin’de geride bırakacağımız 1000. yarışın başlangıç noktası tam da buydu. Modanın kentinde başlayan bir eğlence, kanlı savaşların etkisiyle ciddileşmiş ve endüstrinin yakınsanmasıyla da büyük bir pazar haline dönüşmüştü.
Giuseppe Farina ve Juan Fangio ile ilk yıldızlarını kazanan Formula 1, yıllar ilerledikçe pazarını da genişletmeye başlamıştı. Ferrari’nin önderliğinde Alfa Romeo, Mercedes ve Maserati ile kendini bulan endüstri; kitle iletişim araçlarının ilerlemesine paralel olarak git gide yayılmış ve insanların en büyük heyecanlarından birisi haline dönüşmüştü. Niki Lauda’nın ilham veren cesareti, James Hunt’ın karizmatikliği, Jim Clark ve Jackie Stewart’ın müthişliği, Nelson Piquet-Ayrton Senna-Alain Prost-Nigel Mansell dörtlüsünün tanrının lütfu olarak aynı dönemde pistlerde olmaları, Hakkinen’in Fin kültürü, Michael Schumacher’in büyük sporcu figürü ve tabii ki günümüzün pilotları… Farkındayım buraya yazamadığım bir sürü isim var; her birisi ayrı değerli, her yarışta yarı yarıya yaşama riski ile çıkan nice yıldız pilot…
Büyük bir taraftarı değilim ancak Ferrari’nin bu pazardaki etkisini ilk sıraya yazarsak sanırım hata etmiş olmayız. Kırmızı’nın çekiciliği ve herkesin kulağına huzur veren motor sesi… Michael Schumacher başta olmak üzere bütün pilotların kalbinde ilk sırada yer alan bir dev; yalnızca Formula 1 için değil diğer spor organizasyonlarının da büyük takımları için idol, dev.
Ben, bu ihtişamlı organizasyona ilk kez 2005’te şampiyon olan Fernando Alonso hayranlığım ile girmiştim. Beş yaşında bir çocuk olarak sarı mavi otomobilin içerisindeki genç ve hırçın bir pilotu görünce içerisine girememek oldukça güç olsa gerek. Ardından gelen genç Britanyalı, Lewis Hamilton ve çılgın Alman, Sebastian Vettel… Kimileri bu sporun çok rutin bir etkinliğe dönüştüğünü ve 21. yüzyıl elektrik çağında motor seslerinin bir şey vaat etmediğini söylese de burada dev felsefeden bahsediyoruz. Tabii ki sporun medya ile iç içe olduğu bir ortamda eski ihtişamını kaybetmesi doğal; ancak bu spora gönül verenler olarak herhangi bir motor sesini duyduğumuzda, jant kapaklarını gördüğümüzde veya lastiklerin ihtişamlı yapı ile temas ettiğimizde içimizde doğan o his sanırım 1000 yarışı katlayarak arttıracak gibi. Nice 1000 yarışlara!
]]]