F1 sezonunun başlamasına 65 gün kaldı.
Ancak ben 70'inci günde takılı kaldım. O gün yazılacak bir flood vardı, zamansızlıktan yazamadım. Onu şimdi yazıyorum. 1970 sezonu iki büyük üretici için yıkım içeriyordu, dramatik bir yıldı.
1970'de, Williams Racing'i kuran Frank Williams ve McLaren'ı kuran Bruce McLaren için tarih sonsuza kadar değişti.
Öncelikle kısaca belirtmek isterim ki dünyada Ferrari taraftarlarının yoğunluğu biliniyor. Türkiye'de de öyle. Ancak ülkemizi dünyadan ayıran bir özellik var.
Ülkemizde çoğunlukla sadece Ferrari biliniyor. Enzo ve Schumacher isimleri büyük saygı görürken, diğerleri hak ettiği saygıyı görmüyor.
Zamanla motor sporları kültürünün yerleşmesi ile bu durumu aşacağımızı umuyorum. Ancak şimdilik durum maalesef bu.
Bu durumu değiştirmek için üzerimize düşen görevi yapalım istiyorum. O nedenle de bu flood'u yazdım.
1970 yılında ne oldu?
Williams pilotu ve Frank Williams'ın yakın arkadaşı Piers Courage, Williams'ın yarış arabasında hayatını kaybetti.
Piers, müstesna bir yetenekti.
Olağanüstü varlıklı, yakışıklı, harika evliliği olan bir gençti. Ve Frank'in çok iyi arkadaşıydı. Hiçbir ihtiyacı olmamasına rağmen sadece sevdiği için bu ölümcül sporu yapıyordu.
Öldüğü gün, Frank o kadar acı çekiyordu ki o gün bir karara vardı.
Bir daha hiçbir pilotuyla yakın arkadaş olmayacaktı. Pilotlarına davranışları bize soğuk gelen Frank'in pilotları ile arasındaki mesafenin nedeni işte bu karardır.
Frank o gün pilotları ile arkadaş olmaktan vazgeçti ama araba yapmaktan hiç vazgeçmedi.
Kaza geçirip tekerlekli sandalyeye mahkum olduğunda bile.
1970 yılı Bruce McLaren için ise çok daha dramatikti. Bruce, o sene hayatını kaybetti. Kendi tasarladığı arabayı test ediyordu. Daha 32 yaşındaydı.
Hep söylediğim gibi, her ölüm zordur ama gençlerin ölümü daha zordur.
Yeni Zelandalı Bruce'un hayatı daha 9 yaşındayken zindana dönmeye başlamıştı. 9 yaşında yakalandığı hastalık nedeniyle sol bacağı diğerinden kısa kalmıştı. 14 yaşına kadar hastanede kalmıştı.
Belki bu tarz zorluklar insanları hayatta risk alma konusunda daha da motive ediyor.
Onları daha inatçı yapıyor. Bruce da başına gelenlere rağmen hem mühendislik eğitimine devam etti, hem de amatör araba yarışlarına katıldı.
Bruce çok büyük bir yetenekti. Kendine has bir stili vardı. F1 arabasını bir ralli arabası kıvamında virajlarda yanlayarak kullanıyordu.
Gözü pek sürüş tarzı, 1958 Yeni Zelanda GP'sinde bir diğer büyük pilot olan Jack Brabham'ın ilgisini çekti.
Tehlikeli pilotajı nedeniyle Jack Brabham'ın lakabı "Black Jack"di. Bruce'un tarzını kendisine benzeten Black Jack, bu çocuğa bir fırsat vermesi gerektiğini hissetti.
Bu arada Black Jack'i etkilemek öyle kolay bir iş değil, onu hemen söyleyeyim. Acayip orijinal biri. Şöyle anlatayım:
1958 senesinde Kraliçe'den "Sir" ünvanını aldıktan sonra otoparka iniyor. Sarayın bahçesinde marşa basıyor, arabada bir kıpırtı var ama araba "marş almıyor".
Jack, İngilizlerin özel günlerde sıkça giydiği "kuyruklu ceket"ini çıkarıyor. Ceketin altına giydiği gömleğinin kollarını sıvıyor ve Kraliyet'e bağlı güvenlik görevlilerinin şaşkın bakışları altında arabanın altına yatıyor.
Eskinin pilotları acayip adamlar.
Bu adamlar yarış arabasını kendileri yapıyor, arabaların altına yatıp yağa bulanıyorlardı.
Hani biz günümüzde bazı pilotlar için teknikten çok iyi anlıyor diyoruz ya. Eskileri göz önünde bulundurduğumda bu ifadeleri çok dikkatli kullanmak gerektiğini düşünüyorum.
Günümüzdeki pilotlar arabayı şöyle istiyorum, şu virajda yere basma eksik diyorlar, mühendisler gerisini hallediyor. İyi geri bildirim vermeyi göklere çıkarıyoruz. Eski nesil, “arabanın altına yatan”, yağa batan son örnek sanırım Niki’ydi.
Neyse, konumuza dönelim.
"Black Jack", gözü pek Bruce'a beklediği şansı 1958 yılındaki Almanya GP'sinde, bir F2 arabasında verdi.
Evet, yanlış duymadınız. O sene Almanya GP'sine F2 arabaları da katılmıştı. Organizatörler, yarışı daha cazip kılmak için bu yolu seçmişlerdi.
Organizatörlerin tahmini tutmuş, yarış çok ilgi çekmişti. Ama o yarışta kimsenin tahmin edemediği bir şey olmuştu.
Gencecik bir Yeni Zelandalı, F2 arabasında fırtına gibi esmişti. Yarış sonrasında şaşkınlığını gizleyemeyen Moss, "Bu çocuğun gölgesinde kaldık." diyecekti.
Bunu söyleyen Sir Stirling Moss, düşünün yani.
Bruce, Almanya GP'sini F2 klasmanında lider, genel klasmanda 5'inci bitirerek tüm F1 camiasını ayağa kaldırdı. Bugün böyle bir durum hayal bile edilemez. Bu gerçekten çok acayip bir başarı.
Bütün büyük pilotların ve F1 arabalarının olduğu bir pistte, Bruce çoğunu geçmiş, 5'inci olmuştu.
Brabham, testi geçen Bruce'u 1959 senesinde F1 arabasına oturttu. Bir hayal gerçek olmuştu. Bruce, yaşayan efsane, Sir ünvanlı Jack Brabham ile takım arkadaşı olmuştu.
Bruce aynı sene, Amerika GP'sini kazanarak tarihin "en genç yarış kazanan pilotu" oldu. 22 yaş ve 104 gün.
Bruce, 22 yaş ve 104 güne, 9 yaşında sol bacağını kısa bırakan ağır bir hastalık, üniversitede mühendislik eğitimi, üstüne de bir F1 galibiyeti sığdırmıştı.
Fakat bunlar yeterli değildi. Yukarıda dedim ya, bu tip adamları diğerlerinden ayıran bazı özellikler var. Bu adamların hayallerinin sınırı yok.
Mühendis, mucit ve dehşet hızlı bir pilot olan Bruce, kendi yarış takımı ile şampiyonluklar yaşamak istiyordu.
1963 yılında da kendi takımını kurdu. Yarış arabası tasarlamak, üretmek ve yarıştırmak maliyetliydi. Kaynak yaratması lazımdı.
Aradığı kaynağı ABD'de buldu. Yeni bir seri olan Can Am serisinde ciddi para vardı. Bruce rotasını ABD'ye çevirdi.
Cam Am için "M1A" yı tasarladı, test etti, yarışlarda direksiyona geçti ve yarışları kazanmaya başladı. Ancak gelir yeterli değildi.
Yarışlardan arta kalan zamanlarda Ford için test pilotluğu yapmaya başladı. Hangi arabayı test ediyordu biliyor musunuz?
Bugünlerde bir film var ya, Ford vs. Ferrari diye.
İşte o filmdeki Ferrari'yi yenen, bence tarihin en güzel arabalarından olan Ford GT 40'ı test ediyor. İşte geliştirdikleri o arabayla 1966 ve 1967'de Ferrari'yi yendiler. 1967'de bizzat Bruce'un olduğu pilot ekibi kazanıyor.
Bruce, bir yandan da Can Am serilerinde rakiplerini dümdüz ediyordu. Artık F1'e odaklanabilirdi.
McLaren, 1966 yılında Monaco GP'si ile F1'e merhaba dedi. Bir F1 efsanesi doğmuştu.
Bu efsane adam, kendi adını taşıyan efsane markasıyla 1968'de ilk galibiyetini aldı.
Fakat her şey iyi gidiyor diye düşündüğünüz anlarda, kaderin arkada aleyhinize çalıştığını çoğu zaman fark etmezsiniz. Bruce da fark edemedi.
1970 yılının Haziran ayında, "M8D" yi test ederken pistten çıktı. Geçirdiği ağır kazanın ardından hemen orada hayatını kaybetti.
Gözlerini hayata gerçek anlamda pistlerde açan, pistlerde yaşayan ve pistlerde ölen bir adamdı. Bugün McLaren onun ayak izlerini takip etmeye devam ediyor.
Bruce kendi arabasıyla şampiyon olamadı ama açtığı yolda ilerleyenler, onun markasıyla toplam 20 şampiyonluk kazandı.
Bugün yeniden doğmanın müjdesini veren turuncu arabalar, toplam 182 yarış galibiyeti ile Ferrari'den sonra en başarılı takım.
Aynı şekilde Frank de pistlerde doğan ve yaşamaya devam eden bir efsanedir. Geçirdiği kaza, sonuna kadar seyretmek istediği F1 testi nedeniyleydi.
İngiltere'ye gideceği uçağı kaçıracağını söyleyenleri dinlememişti. Yeni sezonda yarışacak arabalarını test eden pilotlarını testin son dakikasına kadar seyretmek istemişti. Akabinde uçağa yetişmek isterken kaza yapmış ve sakat kalmıştı.
Yani Frank'in de hayatını arabaları ile olan ilişkileri belirledi, sakat kalmak pahasına sevdiği F1 belirledi.
Toplam 16 şampiyonluk, 114 galibiyet ile en başarılı üçüncü takım.
Hep dediğim gibi bugün kötü olabilirler ama tarih bir günde yazılmıyor.
Tarih devamlı akan ve yeni sayfalar eklenen bir fenomen. Gün gelecek, Frank'in ve Claire'in Williams'ı da başarılı olacak.
Kalben inanıyorum.
Bizimse yapmamız gereken, bu adamlara ve takımlarına gerekli saygıyı göstermemiz.
Bu adamların hiçbiri Enzo'dan daha değersiz değil. Takımları Ferrari'den daha değersiz değil. Çaba, adanmışlık, yaşama bakış, saplantı derecesinde yarış tutkusu ortak noktaları.
Hepsi aynı saygıyı hak ediyor.
FiratKeskinF1